26 Şubat 2012 Pazar

84. Akademi Ödülleri: Tahminlerim


Yalnızca bütün adaylarını izlediğim kategoriler için tahminde bulundum. Bütün adayları izlemediğim için En İyi Yabancı Film, En İyi Belgesel (Uzun Metraj, Kısa Metraj), En İyi Kısa Film, En İyi Kısa Animasyon, En İyi Şarkı, En İyi Kostüm ve En İyi Görsel Efekt kategorileri hakkında tahmin yapmayı uygun görmedim. En İyi Ses Kurgusu ve En İyi Ses Miksajı kategorilerini ise, yeterince teknik bilgiye sahip olmadığım için değerlendirmedim.

Açıkçası bugün içinde orada burada okuyacağınız diğer tahmin listelerinden çok da farklı değil benim listem. “Risk aldım” diyebileceğim noktalar: En İyi Orijinal Senaryo’yu herkesin tahmin ettiğinin aksine Woody Allen ve Midnight in Paris’in değil, gene The Artist’in alacağını düşünüyorum. Bir de En İyi Görüntü Yönetimi’ni The Tree of Life’a verdim ben ama o da The Artist’e gitse şaşırmam. Bunların dışında, özellikle büyük kategorilerde aşağıdaki tahminlerimden farklı sürprizler beklemiyorum…

Herkese iyi seyirler!


En İyi Film:

Ne Olacak: The Artist

Ne İsterdim: The Tree of Life


En İyi Yönetmen:

Ne Olacak: Michel Hazanavicius (The Artist)

Ne İsterdim: Terrence Malick (The Tree of Life)


En İyi Erkek Oyuncu:

Ne Olacak: Jean Dujardin (The Artist)

Ne İsterdim: Demián Bichir (A Better Life)


En İyi Kadın Oyuncu:

Ne Olacak: Viola Davis (The Help)

Ne İsterdim: Meryl Streep (The Iron Lady)


En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:

Ne Olacak: Christopher Plummer (Beginners)

Ne İsterdim: Christopher Plummer (Beginners)


En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:

Ne Olacak: Octavia Spencer (The Help)

Ne İsterdim: Jessica Chastain (The Help)


En İyi Orijinal Senaryo:

Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)

Ne İsterdim: Margin Call (J. C. Chandor)


En İyi Uyarlama Senaryo:

Ne Olacak: The Descendants (Alexander Payne, Nat Faxon, Jim Rash)

Ne İsterdim: The Ides of March (George Clooney, Grant Heslov, Beau Willimon)


En İyi Animasyon:

Ne Olacak: Rango

Ne İsterdim: The Adventures of Tintin!!!!!


En İyi Görüntü Yönetimi:

Ne Olacak: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)

Ne İsterdim: The Tree of Life (Emmanuel Lubezki)


En İyi Kurgu:

Ne Olacak: The Artist (Michel Hazanavicius)

Ne İsterdim: Moneyball (Christopher Tellefsen)


En İyi Makyaj:

Ne Olacak: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)

Ne İsterdim: The Iron Lady (Mark Coulier, J. Roy Helland)


En İyi Sanat Yönetimi:

Ne Olacak: Hugo (Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo)

Ne İsterdim: Harry Potter and the Deathly Hallows, Part 2 (Stuart Craig, Stephanie McMillan)


En İyi Müzik:

Ne Olacak: The Artist (Ludovic Bource)

Ne İsterdim: The Adventures of Tintin (John Williams)


21 Şubat 2012 Salı

Oscar Ödülleri'ni Okuma Rehberi


Bir ödül sezonunu daha geride bırakıyoruz. Ödül sistemini saçma bulsanız da, ödül alan filmlerden tiksinseniz de, favori filminizin sıfır çekmesine anlam veremeseniz de, ödül sezonu iyidir. Normal koşullarda belki de dikkatimizi çekmeyecek filmleri izleme şansı bulur, tartışır ve eğleniriz.

Tabii bizim gibi “uzak” seyirciler için, birkaç sene öncesine kadar bu süreç çok zordu. Türk sinema dağıtımcılarının, Oscar adayı filmleri önceden satın almalarına rağmen Oscar haftasına kadar gösterime sokmama gibi bir saplantısı var. Zaten çok kısıtlı bir kitleye hitap eden bu filmleri, Oscar töreninin getireceği minimal düzeydeki reklamdan medet umarak tören haftasına kadar bekleten dağıtımcılar, aslında daha fazla seyirci kaybediyorlar ama haberleri yok. Konuşturtmasınlar beni şimdi.

Kişisel olarak, sinemada izleme imkânım olan bütün filmleri sinemada izlemeye çalıştım; hem gösterim tarihlerini, hem de festivalleri takip ettim. Bütün bu iyi niyetime rağmen, gene de filmlerin büyük çoğunluğunu “malum ortamlardan” izlemek zorunda kalmış olmam, yerli dağıtımcıları düşündürtmeli.

Sonuçta bütün filmleri izlemeyi başardım, peki elime ne geçti? Hiçbir şey. İnternet çağının yetiştirdiği aşırı özgüvenli neslin bir meyvesi olarak; blogumda yazarcılık oynadım, önüme gelen filmi fütursuzca eleştirdim ve kendimi bir bok zannettim! Ama bu başka bir yazının konusu. Bugün son bir kez daha yazarcılık oynamak istiyorum.

Açıkçası bu sene, bana göre, son derece zayıf bir seneydi. Dokuz filmin yarıştığı En İyi Film kategorisinin büyük kısmı “yürek ısıtan / iyi hissettiren” ama boş filmlerle, kalan kısmı da bildiğin çok kötü filmlerle dolu (bazı istisnalar hariç).

Yarışta en şanslı görünen aday The Artist mesela. Sesli çekilmiş olsa beş para etmez nitelikteki hafif senaryosu, bütün filmin “sessiz sinema kültürüne saygı duruşu” fikrine dayandırıldığı, içeriğin hiç umursanmadığı izlenimini veriyor. “Zaten olayı buydu” diyenler de var ama bana göre ortaya çıkan sonuç “sevimli, ama daha fazlası değil”.

Veya oyunculuk kategorilerini dolduran The Help. Bu film yüreğinizi ısıtmaya o kadar kararlı ki, bunu yaparken hangi sterotipleri gözümüze soktuğunu umursamıyor. Oscarlar’ın bayıldığı ırkçılık konusunu son derece karikatürize edilmiş karakterlerle anlatan film, evet bir bütün olarak kötü değil belki, ama çok değil birkaç ay sonra unutulup gidecek.

Hugo masalsı anlatımı ve büyüleyici görselliği ile ağzımızda güzel bir tat bıraktı belki ama, neye odaklandığı anlaşılmayan senaryosu yüzünden onu da içime sinerek destekleyemiyorum. (Bir çocuğun babasına duyduğu özlem? Bir genç kızın macera tutkusu? Bir sinema emektarının küskün geçen hayatı? Genel olarak sinema kültürü? Bu film hangisi hakkındaydı?)

Mazlum takımın büyük takımları yenerek zirveye ulaşmasını anlatan Moneyball, aynı konsepti kullanan Rocky ve diğer 78 milyon spor filminden herhalde farklılık olsun diye, mazlum takımın zirveye ulaştığını göstermiyor bile… ve sanırım gene de tatmin olmamızı bekliyor. Manipülatif olmaktan özenle kaçınan, gerçekçi senaryosuyla, genel olarak En İyi Film kategorisinin iyilerinden olduğunu düşünsem de, burada da kalıcı bir malzeme yok.

The Descendants ve Extremely Loud & Incredibly Close hakkında bir şey söylemek istemiyorum. Zira gereksiz yere kabalaşabilirim ve şu anda göründüğümden daha fazla ukala görünmek istemiyorum! İlki hakkında blogumda bayağı bir giydirmiştim zaten. Belki öbürü hakkında da içimdeki tiksintiyi kusacağım bir yazı yazarım sonra.

Geriye, “kazansa mutlu olurum” diyebileceğim 3 aday kalıyor. Midnight In Paris, The Tree of Life ve War Horse. Üçü de seyirciye karşı dürüst ve kendi içinde tutarlı filmler. Midnight In Paris’i “ait olamama” ve “kaçış” temalarını böylesine sevimli biçimde işlemeyi başardığı için, The Tree of Life’ı dünyadaki yerimizi, yaşamdaki amacımızı sorgulamaya ittiği için ve nefes kesici duruluğu için, War Horse’u da saf ve hakiki bir “epik masal” olmaktan başka hiçbir şeye özenmediği için sevdim.

Ama bu üç filmin de yarışta herhangi bir şansı yok. Pazartesi sabahı 6’da “En İyi Film” olarak The Artist’in adı okunduğunda “çok saçma yeaaa” diyeceğim, War Horse’un hakkı yendi” diyeceğim, “daha da izlemem Oscar törenini” diyeceğim. Diyeceğim de diyeceğim. Hepimiz diyeceğiz. Bloglar ve sözlükler buna benzer yorumlarla dolup taşacak.

İşte bu noktada, bir adım geriye çekilip, “Kimin umurunda?” dememiz gerekiyor. Yapmamız gereken şey, (sizin zevkinizin başkalarının zevkiyle her zaman uyuşmayabileceği gerçeğini kabul etmek dışında,) Akademi’nin zaten aslında asla “En İyi”yi ödüllendirmediğini anlamak.

Oscar “En İyi”ye değil, “En İyi Kampanya Sahibi”ne verilen bir ödüldür.

Bir adayın ödül alabilmesi için yalnızca iyi bir film veya iyi bir performans yetmez. Ödül alan her işin arkasında milyon dolarlar harcanan büyük bir kampanya vardır. Oy kullanan Akademi üyelerine özel gösterimler, yemekler, söyleşiler ve çok daha fazlasını kapsayan, muazzam bir pazarlama rüzgârını arkanıza almadan ödül kazanamazsınız. Hatta çoğunlukla bu da yetmez. Aday olarak bir hikâyeniz olmalı. “Ödüle 20 kere aday olup hiç alamayan usta yönetmen”, “önceden hakkı yenmiş emektar oyuncu”, “sıra dışı bir dramatik rolle kendi kalıplarını kıran kadın komedi oyuncusu” gibi, Akademi üyelerinin mutlu sona ulaştırmaktan rahatsız olmayacağı bir hikâyeniz yoksa hiç umutlanmayın yani.

Gene de tatmin olmadınız mı? Hala “bu haksızlığa” anlam veremiyor musunuz?

O zaman şunu da ekleyelim: Akademi dediğimiz şey, %94’ü beyaz Amerikalılardan oluşan, %77’si erkek, %54’ü 60 yaşın üzerinde (yaş ortalaması 62), son derece homojen, hantal ve yaşlı bir grup insan. Referans sistemiyle üye kabul eden bu grubun içinde, Madonna, Beyoncé, Adam Sandler ve Bradley Cooper gibi isimler varken, mesela bir Woody Allen ve George Lucas bu üyeler arasında değil. Zaten kimin Oscar kazanacağına karar veren bu insanların %64’ü bırakın Oscar kazanmayı, Oscar’a aday bile olamamış insanlar

Özetlemek gerekirse… Oscar ödülü bir prestij, ama asla bir hüküm mercii değil. “En İyi”yi sadece siz, kendiniz seçebilirsiniz. Bu sürecin bize tek katkısı, özel bir spot ışığı tutulan bu şanslı filmleri tanımak, yorumlamak ve paylaşmak olabilir ancak.

Sevgiler.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Sinema: Tinker Tailor Soldier Spy


Yaklaşık 2 yıldır sinema eleştirisi yazıyorum. Açık konuşayım, bu sürede en yakın arkadaşlarımdan çok laf yedim. Ben kim oluyorum da sinema eleştiriyorum? Bütün filmleri çok mu süper anladığımı zannediyorum? Blog alınca kendini yazar zanneden acıklı bir entel özentisi miyim?

Dürüst konuşmak gerekirse, gerçekten kendimi gerçek eleştirmenlerle yan yana koyamıyorum. “Film izleme deneyimlerini paylaşmayı seven, sıradan bir insan” olarak bilinmeyi tercih ederdim.

Blog kültürü sayesinde herkes yazarcılık oynar oldu, açıkçası ben de bazen kendimi bu sanrıya kaptırmıyor değilim, sıcak elma şarabımı yudumlayıp (?) normal hayatta kullanmadığım büyük kelimeler kullanarak ona buna giydirdiğim yazılar yazınca kendimi bir bok zannediyorum.

Ama işte neyse ki, arada bir Tinker Tailor Soldier Spy gibi filmler geliyor karşıma da, bu işten pek bir şey anlamadığım gerçeğini gayet net biçimde yüzüme vuruyor!

Yani, insan bütün bir filmi, tek kaşı kalkık biçimde, ekrana alık alık bakıp “eee?” diye sorarak izleyebilir mi arkadaş? Mümkünmüş, gördüm! Yaşadım. Ben bu filmi anlamadım. Konusunu da anlamadım, olayını da anlamadım.

Olay Soğuk Savaş döneminde İngiliz İstihbarat Servisi’nde geçiyor. Bunun başındaki adam servisin içeride bir köstebek olduğundan şüpheleniyor, ama soruşturması tamamlanmadan görevden alınıyor (ve çok geçmeden ölüyor). Köstebeği bulma görevi, sağ kolu George Smiley’ye kalıyor (Gary Oldman). Smiley, bu yüksek rütbeli ajanlar grubu içindeki çürük elmayı bulmak için araştırmalara başlıyor.

Bu kadarını anladım. Sonradan İnternet’ten okuyarak finalini de anladım. Ama film, minimalist olmak isterken küçüldükçe küçülüyor, küçüldükçe anlaşılmaz hale geliyor ve bunu bir meziyet sanıyor. Küçük nüanslarla dolu, sakin bir film olmak isterken önemli hiçbir şeyin altını çizemeyen, olay örgüsündeki önemli detayları seyirciye sağlıklı bir biçimde aktarmaktan aciz, insani duygulardan arındırılmış ve her anlamıyla etkisiz bir “İngiliz filmine” dönüşüyor.

Okuyucunun soruşturmanın bir parçasına dönüştüğü, bizleri ipuçlarını takip etmeye iten dedektiflik hikâyelerine bayılırım ben. Normalde çok sevdiğim “katil kim?” sorusu, burada “kimin umurunda?” sorusuna dönüşüyor. Hatta, [SPOILER] ortada soru bile yok! Suçlunun, bütün şüpheliler arasında en ünlü ve deneyimli oyuncu olan ve daha yeni Oscar kazanan Colin Firth olduğu, filmin afişine baktığınızda bile anlaşılıyor! [SPOILER]

Hiçbir karakterin duygusal motivasyonu yeterince işlenmediği için, filme duygusal bir yatırım yapma şansınız yok. Fakat filme düşünsel bir yatırım yapma şansınız da yok. Toplanan bütün ipuçları filmin sonunda bize suçluyu verseydi; en azından sonradan geriye dönüp, olay örgüsünü kafamızda yeniden kurup, “hmm, gerçekten de böyleymiş” tatminini yaşayabilirdik. Ama filmdeki ipuçları bizi suçlunun kendisine ulaştırmak yerine, suçluyu yakalama yolunu veriyor. Smiley’nin bu yolu kullanıp köstebeği yakalaması, piyango torbasından rastgele isim çekmekten farksız bir olaya dönüşüyor. Final sahnesi seyirciyi tatmin etmediği gibi, final sahnesinin yaşanmakta olduğu bile anlaşılmıyor; bir dedektiflik hikâyesinde bu kadar heyecansız bir çözülme sahnesi olabileceğini hayal bile edemezdim!

Mükemmel sanat yönetimi ve Gary Oldman dışında zevkime hitap eden bir şey bulamadım burada.

Durum böyle olunca, RottenTomatoes’daki %84 notunu da, BAFTA’da aldığı En İyi İngiliz Filmi ödülünü de anlayamıyorum, açıklayamıyorum. Ama zaten düşünürseniz, bir şeyden anladığımı da iddia etmemiştim.* Teşekkürler Tinker Tailor Soldier Spy, bana vasat bir sinema izleyicisinden farkım olmadığını böylesine dürüst bir biçimde hatırlattığın için.


1o üzerinden 4,5


* Blogun adı, blog yazınca her şeyden anladığını zanneden, aşırı özgüvenli yeni nesil İnternet kullanıcısına yapılmış bir göndermeydi.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Sinema: The Help


Oscar töreni iyice yaklaşırken hakkında henüz herhangi bir şey söylemediğim adayları da hızlı hızlı yorumlamaya devam ediyorum.

Bildiğiniz gibi, ırkçılık ve “cefakâr zenciler” teması, holokost ve “zavallı Yahudiler” temasından sonra, Hollywood ödül çevresinin en favori temalarından biridir. İkisi de ana karakteri trajediden trajediye sürükler ve buradan başroldeki oyunculara çok ekmek çıkar.

Açıkçası bu tür filmlerin klişeden ve ajitasyondan uzak durmayı başaran örneklerini sevmişliğim vardır. Peki The Help bunu başarabiliyor mu?

Beklediğinizden daha aydınlık ve neşeli bir tona sahip olan The Help, bu haliyle ajitasyona prim vermeyen, ama aşırı derecede karikatürize edilmiş karakterleriyle kendini klişe batağına saplayan bir film.

The Help, arka planına 1960’ların Afro-Amerikan sivil haklar hareketini oturtuyor. Etnik çatışmanın en yoğun yaşandığı eyaletlerden biri olan Mississippi’nin Jackson kasabasında, yaşam felsefeleri “zengin erkeklerle iyi bir evlilik yapıp çocuk peydahlamak” olan “yüksek sosyete” ev kadınlarının en büyük yardımcısı, (adeta köle olarak kullandıkları) zenci hizmetçi kadınlardır.

Hizmetçiler, evi temizler, yemek pişirir ve onların çocuklarını kendi çocukları gibi yetiştirirken, sosyetik kadınlar sosyetik işlerle meşgul olurlar. Fakat içlerinden biri farklıdır. (Çünkü her zaman öyledir ya.) Üniversitede gazetecilik okuyan Skeeter, bu sessiz yardımcıların hikâyesini kitaplaştırmak ister ve bu süreçte hizmetçiler Aibileen ve Minny ile sıra dışı bir dostluk kurar. Ülkede yükselen tansiyon kasabaya da yansır; sosyetik ev kadınlarının elebaşı Hilly Holbrook zenci hizmetçilerin beyazlarla aynı tuvaleti kullanmasının yasaklanması konusunda bir yasa tasarısı hazırlarken, kasabada pek sevilmeyen Celia Foote umutsuzca sosyeteye dâhil olmaya çalışır, bu sırada yardım beklenmedik bir yerden, Minny’den gelecektir.

Yani, ne bileyim, açıkçası üşenmeyip yukarıdaki paragrafı okuduysanız, biraz da film kültürünüz ve hayal gücünüz varsa;

  • Viola Davis’in oynadığı Aibileen karakterinin “inançlı ve gururlu zenci” klişesini üstlenip filmin sonunda herkese ayar veren bir tirat atacağını,
  • Octavia Spencer’ın oynadığı Minny karakterinin “şişman ve hazırcevap zenci” klişesini üstlenip filmin esprili “catchphrase”lerini yani slogan cümlelerini söylemekle yükümlü olduğunu,
  • Bryce Dallas Howard’ın oynadığı Hilly karakterinin “kötülük üzerine kötülük yapan kalpsiz pis beyaz” klişesini üstlenip filmin sonunda bir çeşit vicdan hesabı yaşayacağını,
  • Emma Stone’un oynadığı Skeeter ve Jessica Chastain’in oynadığı Celia karakterlerinin de “‘bütün beyazlar kötü değilmiş meğerse’ dedirten anlayışlı beyaz” klişesini üstlenip başka da hiçbir katkıda bulunmayacağını,

az buçuk tahmin edebilirsiniz.

Bütün karakterler sadece hikâyeyi A noktasından B noktasına götürmek için tasarlanmış; hepsi son derece iki boyutlu ve oldukça karikatürize edilmiş.

Peki bu illa kötü bir şey mi? Nereden baktığınıza göre değişir. “Ben bu filmi içimi ısıtsın diye, tavuk suyuna çorba niyetine izleyeceğim” derseniz ve gereken inanç adımını atarak kendinizi bu klişe karakterlerin gerçekçiliğine inandırırsanız, film sizi kesinlikle ödüllendirecek ve Viola Davis finaldeki o etkileyici tiradını atarken (“Siz Allah tanımaz bir kadınsınız Bayan Holbrook!”) filme harcadığınız zamanın boşa gitmediği hissini yakalayacaksınız.

Viola Davis ve Octavia Spencer’ın sezon boyunca topladığı onlarca ödülden haberiniz varsa bir kere de benim söylememe gerek yok herhalde ama, oyuncu seçimi de çok iyi. Özellikle gururlu ve soğukkanlı Viola Davis ve gülen yüzünün, saflığının ardındaki hüznü çok iyi yansıtan Jessica Chastain.

Daha fazlasını aradığınızda ise karşılaşacağınız şey fazla kabartılmış bir yastık gibi; yumuşacık ve rahatlatıcı, ama içi havayla dolu.


10 üzerinden 6